Öğleye doğru susuzluk ve hararet başlar, dudaklar kurur, dil çıkar…
O zamanlarda, kayık yarışı olacağı gün, iki sabah gazetesinde yarışın havadisi (haberi) verilir, köprüden ve Boğaziçi iskelelerinden hareket edecek vapurların vakti, saati iş’ar (duyurulur) edilirdi.
Gençler arasında, şimdiki gibi spor tarafını güden, o heyecana şitap (ilgi) eden şahsi vahit (tek bir kişi) yoktu.
Ekseriyeti teşkil eden avam, Çukuroşme’deki semai kahvesinde kimin kimi mat edeceğini (yeneceğini), Çıngırçayı’ndaki ip cambazlarından hangisinin üste geleceğini seyretmekle kafa ile, işin alayında olarak, yola çıkarlardı.
Kalabalığa karışan hanımlar, süslerini, püserlerini göstermeye, beyler ise, bu hanımları seyir ve temaşa (izleme) etmeğe üşüşürlerdi.
O vaktin kayık yarışları, ağustos ayı girip de çavuş üzümü kemale (olgunluğa) erince yapılır, 19 Ağustos donanmasından ya bir iki gün evvel veyahut üç beş gün sonra icra edilirdi.
Yarış Moda’da, Büyükada’da, nadiren de Beykoz koyunda olurdu. Beykozkililere en ziyade Boğaziçililer dolar, öbür ikisine, hibarlar (önemli kimseler) ve ecnebiler (yabancılar) birikirdi.
Şirket-i Hayriye ve İdare-i Mahsusa, seyircilere muayyen (belirli) vapurlar tahsis ederlerdi. Kaçgöç meselesi malûmesinden dolayı bermudat (düzenli bir şekilde), kadın ve erkek mahalleri tente ile ayrılmıştı.
Nevaleleri (yiyecekleri) müstehaben (tercihen), gişeden bilet alınıp vapura kapak atılır atılmaz, güvertede, kadınlar mevkiinin yamacına koşulur. Civarda yer bulabilmek bir muvaffakiyeti (başarıyı) uzmadır (gerektirir).
Kurnaz ve atik olanlar köşeyi kapar ve göze aldığı bunca külfetin nimetini erer.
Evvela, bitişikteki cıvıltılarla yürek, bağır genişler. Tente rüzgârdan havalandıkça, büfeci girip çıktıkça, bir de bakarsın ki açık kalıvermiş.
Artık, aralıktan kaş göz işaretleri; biraz yüz bulundu mu, tek tük söz sarfı; peşinden fıstık, fındık, kalp cigarası (sigarası) taattisi (ikramı).
Vapur, Kadıköy önlerini geçip Adaya doğru pala çalmağa (yol almaya) başlar. Limandaki vapurlar içinde, sürat rekoru, şirketin 37, 38, 44, 45 numarasında idi. Bunlar ceylan gibi süzülürken İdare-i Mahsusa’nın 11 numaralı tontonu ile iki bacalı Nüzhetiye kalyonu, oflaya puflaya, Sarayburnu akıntısını aşmağa uğraşır, gerideki araba vapuru da kervana katılmağa yeltenirdi.
Güzergâhta giden gidene…
Kayık, sandal, yelkenli, çatana, romorkör…
Dışı bayraklar ve renkli kâğıtlarla, üstü halılar ve seccadelerle donanmış, içi balık istifi gibi salapuryalar…
Ortada içki ve meze; etrafta zurnalar, kornetler, çifte naralar, zilli maşalar… Göbekler, çifte telliler, helvacı oyunları.
Cakomo Oteli’nin sahilinde, bayraklarla müzeyyen (süslü) mahal itibarlı kimselere mahsustu. Bando gürler, (Ahu feryat ettim), (Sevdim seni, semtin nereli?) gibi 50 yıl evvel müzikaya konmuş türküler çalar.
O tarihlerde Büyükada, ecnebi yatağı olduğundan madamlar, mösyöler de lebalep (dolu).
Kayıklar, salapuryalar, vapurlar, istimpotlar sıralanır. Tersanenin Valde-i Hidivinin, Mısırlı prenseslerin, doktor Zambako Paşa’nın, gazeteci Mihran’ın, şimendifer direktörü Hügnenin çatanaları (tekneleri) karışıklığı yarıp sıraya katılır. (O zaman, İstanbul’da yegâne projektörü olan sefine, Hügnenin Anadolu ismindeki bu istimpotu idi).
Nihayet yarış başlardı.
Haliç kayıkları, Yenikapı, Kumkapı, Samatya kayıkları, Boğaziçi kayıkları, alamanalar (Alman tekneleri), piyadeler (askeri küçük tekneler) yarışa koyulurlar.
Spor ve kulüp kelimeleri, vatandaşlardan ancak üç beş kişinin malûmu (bilgisi) olduğundan oraya dâhil olacak denizci gençlerimiz mevcut değildi.
Bazı ecnebi (yabancı) matmazeller (genç hanımlar), hafif elbiseler içinde, sine ve kollar üryan (çıplak) olarak yarışa katılınca, etraftaki kayıkların içi birbirine girer, gözler açılır, çeneler çözülürdü:
— Vay hasbalar (şanslılar) vay!.. Domuzuna kürek çekiyorlar be!..
— Ulan bunlar, Direklerarası’nda oynayan at cambazındaki kızlar galiba?
— Şu asma kabaklarının aşkına birer tane çakalım!..
Bermutat (her zamanki gibi), tahlisiyenin (can kurtaran sandalının) senelerden beri değişmeyen şekilde, sandal alabora edişleri, arkasından yağlı direk müsabakaları yapılır, nihayet, rüzgâr müsaitse, Ada ile Maltepe arasında kotra yarışlarına sıra gelirdi.
Mısırlı prenslere ait, zarif ve sülün gibi kotralar da çoktu.
Bu prensler, sereserpe (rahatça), Boğaz ve Marmara sularını aşarken Osmanlı şehzadelerinden bir kaptan heyyûlası (hayali) da, köşkünün havuzundaki mini mini çatanasına (küçük teknesine) binip:
— Alabanda!.. İstoper!.. diyerek havuz içinde dört döner.
— Anadoluhisarı!.. Beykoz!.. diye kumanda vere vere, demgüzar (gününü gün eden) olup dururmuş.
Kayık yarışı, devam ede dursun, sıcak bastıkça basar; güneş tepede kaynadıkça kaynar.
Çeşmiçerâz (seçici ve inceleyen) ve aşna fişne (şakalaşma) ile meşgul olan seyirciler, gizli sıtma derken, hummayı habiseye (kötü hastalığa) yakalanmış gibi, gözleri kararmaya, cayır cayır yanmağa başlarlar.
Susuzluk ve hararet…
Vapurların külüstür büfelerindeki tenekelerde katre (damla) kalmamış, salapuryalardaki hasırların dibine kadar ekilmiş, kayıklardaki testiler kurumuş. Canını verirsin bir yudum su yok.
Peynir ekmek, hazır yemekten ibaret nevale (erzak) içi kaskas kavurur. Dudaklar kurudukça kurur; dil çıktıkça çıkar; bağır yandıkça yanar.
Üstelik, göbek taşında, soğuk algınlığı çıkarılıyormuş gibi ter boşanır ve zırıl zırıl akar.
Kayıklardaki ayak takımı bir derece kârlıdır; dara geldi mi serinlemek için cumburlop kendini denize verir.
En yürekler acısı, vapurlarda, ecel teri dökenler.
Hanımların pudraları, allıkları akar; kozmatikleri (makyaj malzemeleri), sürmeleri yayılır; saçları leylek yuvasına döner.
Bütün gözler kuyuya kaçmış; kolların altı renk renk, peçenin boyası şakaklarda ve yanaklarda.
Beyler de hanımlara uygun. Bum buruştak fes; kip (şekli düzgün) kirli yakalık; yamyaş firenk (Frenk tarzı) gömleği.
Göz, artık bir şey görmezdi. Karşıdaki dildadeyi (sevgiliyi) bile, insanın bir kaşık suda boğacağı gelirdi.
Kayık yarışı dönüşünde, evine gidip hasta yatmayan nevadirdendi (ender bulunanlardandı); alnı karışlanırdı.
Sermet Muhtar